9 Temmuz 2010 Cuma

dereye yuvarlanan elmalara veda

küçükken evdeki kitaplıkta ilgimi çeken iki kitap vardı. biri o zamanki boyutlarıma bakınca neredeyse benim kadar ağır olan, kalın, ciltli bir kitaptı ki üzerinde parlak sarı harflerle 'büyük dini hikayeler' yazardı. gerçekten büyük bir kitaptı ve içinde ebu lehebten, gazneli mahmuda, kanuni sultan süleymandan nasrettin hocaya kadar pek çok kişinin başından geçen türlü türlü şeyler anlatılıyordu. o zamanlar okumayı biliyordum sanırım ama okuduklarımın ne kadarını anlıyordum emin değilim. dizlerim devasa kitabın ağırlığı altında ezilirken küçük beynim okuduklarımın içeriğine konsantre olamıyordu muhtemelen.
her neyse, benim asıl bahsetmek istediğim diğer kitap. aslında buna tam olarak bir kitap denemez, daha çok bir kitapçıklar silsilesi, dizisi filan demeliyiz. kaç taneydiler bilmiyorum. ince, uzun, renkli, resimli kitapçıklar ve onların içinde olduğu bir kutucuk. kutunun üzerinde tüm bu kitapçıkların küçük birer resmi vardı ve üzerinde de bir şey yazıyordu ama ne olduğunu hiç hatırlamıyorum. küçük dini hikayeler olabilir. tek hatırladığım kutunun köşelerinden birinden gözlüklü bir dedenin sürekli yüzüme doğru bakıp güldüğü. aslında bu, kitapçıklardan birinin üzerinde olan bir dedeydi ama o kitapçık kaybolmuştu. galiba onu ya hiç okumamıştım yada sadece içindeki resimlere şöyle bir bakmıştım. sanırım lafontenin masalları gibi şeyler vardı içinde. kargayla tilki, horozla eşek, bufaloyla antilop gibi şeyler işte. okumadığım diğer kitapçıksa pembe incili kaftan'dı. içimden onu okumak hiç gelmemişti. çünkü adını çok saçma bulmuştum. yani pembe inci takan bir kaftan nerede görülmüştü. pembe bir inciyi ancak bir kız takardı, kaftanlarsa asla pembe inci takmayan iri yarı adamlardı bildiğim kadarıyla. küçük beynim kaftanla kaptanın aynı şey olduğunu sanacak kadar gün görmemişti anlayacağınız. kitapçıklardan biri baştan sona annesini babasını dinlemeyen çocukların başına gelen felaketleri anlatan korkunç resimler ve hikayelerle doluydu. annesi evde yokken kibritle oynayıp evi yakan çocuklar, sapanla masum kuşcukları vurmayı oyun haline getiren ve gözüne taş gelip kör olan çocuklar, balkondan düşüp sakat kalanlar ve daha neler neler.. resimler öyle gerçekçiydi ki, evi yakan çocuğun suratındaki o acıklı ifadeyi görseniz resim filan demez, aman, cana gelecek mala gelsin, senden değerli mi, boşver sıkma canını filan diye teselli etmeye başlardınız çocuğu. ben o vakitler böyle bir cümle kuracak yetenekte olmadığımdan sadece çocuğun olduğu sayfaya gözlerim kocaman açılmış bir şekilde dakikalarca bakıyor ve resimlerden, kibrit nerede, çocuğun pantolonu ne renk, bütün ev mi yanmış, ya apartmanda oturuyorlarsa, bütün apartman yandıysa gibi şeyleri anlamaya çalışıyordum galiba. ne gereği varsa. yine böyle bir sürü korkunç resmin olduğu diğer bir kitapçıksa, ellerinde içki şişeleri, kirli sakallı, kırmızı suratlı, ayakkabılarından çıplak ayakları görünen, ceketleri hep kirli ve yırtık olan pis adamlarla doluydu. bu adamlar kırmızı, sakallı suratları ve ellerindeki şişelerle bir o yana bir bu yana sallana sallana bütün sayfaları dolaşıyorlardı. sonra noluyordu, bu adamlar neyin nesiydi, bu kitapta bize ne deniyordu hatırlamıyorum ama adamlar öyle kötü görünüyordu ki, hayatımın geri kalanında kırmızı burun, kirli sakal, içki şişesi ve yırtık ceketi beraberce kimde görsem arkamı dönüp kaçacağımdan emindim. kitapçıklardan birinden hatırladığım tek şey, bir mahkeme kürsüsünün gerisinde kocaman bir kafası ve beyaz bir kavuğu olan yaşlı ve sevimli bir amcanın, kürsünün önünde kocaman gözleri dehşetle açılmış ve hiç sevimli olmayan amcaya eliyle bir şeyler anlattığı resim. sevimli olmayan kocaman gözlü amcanın adı kafirdi. yani hikayede sürekli kendisinden böyle bahsediliyordu. bu kafir meğer Allaha inanmıyormuş, işte bizim sevimli, kocaman kavuklu kadı efendi de ona izah ediyordu. yoğurt neden yapılıyor. sütten. göster bakalım sütü şu yoğurdun içinde. gösteremedin dimi. şimdi süt yok mu yani. var. ee o zaman? ne duruyorsun be hey gafil! gibi konuşmalar geçiyordu hikayede. kafir sonuçta resimdeki gibi kadı efendinin karşısında gözlerini kocaman açarak şaşırıyor, sonra da ne güzel söyledin kadı efendi deyip müslüman oluyordu galiba. ama emin değilim. belki de karşıdaki büfeden bir içki alıp, şu diğer kitapçıktaki sokaklarda sürten içkicilerin arasına karışmıştır.
en sevdiğim hikayeye gelirsek, o hangi kitapçıktaydı unuttum. ama bunun bir önemi yok. hikayenin adını da unuttum zaten ama güzel bir adı vardı. dereye yuvarlanan elma yada elma bahçesindeki adam gibi bir şeydi. bu hikayede, sanırım güzel bir bahar gününde, çeşit çeşit kuşların öttüğü, türlü türlü ağaçların olduğu, şırıl şırıl bir derenin aktığı bir ormanda genç bir adam ağaçların arasında dere boyunca yürümekteydi. ağaçlar kıpkırmızı nefis elmalarla doluydu ve herkesin başına gelebileceği gibi adamın canı felaket bir şekilde elma istemişti. tam o sırada derede yuvarlana yuvarlana adamın önüne kadar gelen küçük sevimli bir elma görmesin mi, hemen alıp ısırıverdi. yedi, yedi, oh çok güzeldi doğrusu. ama bitince kendini kötü hissetmeye başladı. başkasının elmasıydı sonuçta. belki izin vermeyecekti bahçe sahibi. bunu ne yapıp edip sahibine ödemeliyim diye düşündü. ve bahçe sahibini buluncaya kadar yürüdü, yürüdü, yürüdü. nihayet adamı buldu. olanları anlattı. bahçe sahibi insaflı bir adamdı iyi ki. tamam dedi, seni affediyorum ama şu kadar yıl bahçemde çalışacaksın. tamam dedi bizimki düşünmeden. bahçe sahibi yirmi yıl filan demişti bu arada. ama bitmedi dedi adam, yirmi yıl bitince de bir kızım var, kör, sağır ve dilsiz, onunla evleneceksin. yok artık daha neler!.. demedi tabi adam. durdu, önüne baktı. bir kaç saniye geçti galiba ama düşünmedi. tamam dedi. sonra yıllar yılları kovaladı, adamın bahçedeki çalışma süresi bitti, ve bahçe sahibinin kızıyla evleneceği gün geldi. işte dediler, git ve karını gör, şuradaki odada. adam gitti, yavaşça odanın kapısını açtı ve... vay canına! bunu adam demedi elbette. ben dedim. siz de hikayenin sonunu okusaydınız siz de kesin böyle derdiniz. işte böyle muhteşem bir sonla biten harika bir hikayeydi bu hikaye.
bütün bunları neden anlattım hiç bilmiyorum. sanırım hepsi birleşince, dereye yuvarlanan elma, annesini dinlemeyen çocuklar, içki içenlerin kırmızı burunları, kirli sakalları, kadı efendinin büyük beyaz kavuğu, ay ışığında babasıyla camiye giden çocuklar filan eski günleri hatırlattılar. eski, güzel günleri. eski, güzel, temiz günleri.

belki de aklıma, masumiyetin suya düşüp, dere boyunca yuvarlanması, gitmesi, gitmesi, çok uzaklara gitmesi ve gözden kaybolması ve bizim sanki yapacak hiç bir şey yokmuş gibi orada öylece durup arkasından sadece bakmamız gelmiştir. keşke böyle olmamasının bir yolu olsaydı.

9 yorum:

Dublor dedi ki...

keşke
ve
gamzeli mahmut

ruby dedi ki...

gamzeli mahmut da kimmiş, tanımıyorum kendisini. hem incili kaftan gibi birşey bu, bir mahmutun asla gamzesi olmaz bence. varsa o mahmut değildir. başka biridir. tekrar bakın lütfen sayın dublör, bir yanlışlık olmasın.

Dublor dedi ki...

hım evet bir yanlışlık olmuş sanırım.

Adsız dedi ki...

kardeşlerim ramazan geldi!

mq dedi ki...

iftara ailecek bize gelin.

sina dedi ki...

hanımlar, bayramınız mübarek ola, güzelliklere vesile ola! haneniz huzur dola, hastalarınız şifa bula! (:

ruby dedi ki...

amin sina hanım, bil mukabele ola.

sina dedi ki...

eee? bir dahaki yazı ne zamana? :P

ruby dedi ki...

bir dahaki yazı gördüğünüz gibi biraz geç oldu sina hanım, lakin konumuzla ne ilgisi var bilmiyorum ama ne demişler geç olsun, güç olmasın.

| Top ↑ |