16 Temmuz 2011 Cumartesi

dönüşüm

sıradan bir şekilde başlamış, kelimenin tam anlamıyla diğerlerininkinden hiçbir farkı olmayan şekilde devam etmiş hayatım yirmi haziran 1969 günü ansızın değişti. niye böyle bir şey oldu bilmiyorum. sabah uyandığımda o gün hayatımı değiştirecek olağanüstü bir şeylerin olabileceği içime filan doğmamıştı halbuki. zaten hiçbir zaman böyle şeyler içime doğmaz. o günle ilgili ilk izlenimlerimi bir paragrafla size aktarmama izin verin lütfen (böyle bir cümle kurduğum için kendimden utanıyorum. eskiden olsa, yani hayatım değişmeden önce demek istiyorum, böyle bir şeyi asla yapmazdım. insanlarla konuşurken sürekli izin isteyenlerin çok komik ve aptal göründüğünü düşünürdüm çünkü). işte yirmi haziran 1969 sabahı oldukça nemli ve sıcak bir sabahtı. sıcaklık 104 fahrenheittı. bunun kaç santigrat ettiğini 32 çıkarıp, 100'le çarpıp, 180'e bölerek kolayca bulabilirsiniz. nem ne kadardı bilmiyorum. termometreler sadece sıcaklığı gösteren, hiç de fonksiyonel olmayan aletlerdi o yıllarda. sanırım hala öyle. termometrelerin geliştirilmesi konusunda dünya üzerinde yaygın bir duyarsızlık söz konusu. niye bilmiyorum. sanırım son model bir termometre hava atmak için iyi bir araç değil. her neyse, tekrar belirtmem gerekirse baya sıcak bir gündü. etrafta hiç ağaç olmadığından, gözlemlerime değil tahminlerime dayanarak, rahatlıkla yaprak kıpırdamıyordu diyebilirim. her taraf kırışmış, buruşmuş, oraya buraya dağılmış, yastık kılıfları, çarşaflar, yatak örtüleriyle doluydu. bu odaya yatak odası denmesi kadar saçma bir şey olamazdı. yatak bu ıvır zıvırlardan neredeyse görünmüyordu. yastık, yorgan,çarşaf odası olmuştu resmen oda.

durup dinledim. evde ses yoktu. herkes işe gitmişti yine. herkes her gün işe gidiyordu. iki gün filan gitmiyorlardı sadece. o günlerde de televizyonlu odaya gidiyorlardı topluca. oraya da işe gider gibi sabahın köründe gidiyorlar, gece yarısına kadar ne var ne yoksa izliyor, sonra esnemeye başlıyor ve yastık, yorgan odasına kendilerini zor atıyorlardı. ben her gün işe gitmiyordum. buna gerek yoktu çünkü. evdekiler de bunu istemezlerdi zaten. hatta hiç işe gitmememi tercih ederlerdi ama ne yaptılarsa arasıra çalışmama engel olamamışlardı. sonunda buna göz yummaya karar verdiler. işte her şeyin değiştiği o gün, gözlerimi güçlükle açtıktan sonra, on beş gündür filan çalışmadığım için iyice uyuşuklaştığımı düşünerek, hızlı bir hamle yapıp yataktan çıktım ve banyoya doğru ilerledim. bir gariplik vardı sanki. banyoya 3 saniyede gitmem gerekirken, bu yaklaşık 5 dakika sürmüştü. evdekiler sürekli eşyaların yerini değiştirirlerdi. yoksa banyonun da mı yerini değiştirmişlerdi? bir süre olabilir mi diye düşündükten sonra, bunun hiç kimseye hizmet etmeyecek bir değişiklik olacağını düşünüp fikrimi çok saçma buldum. yüzümü yıkadım. bunu genellikle kafamı musluğun altından bir kaç kere hızlıca geçirerek yapıyordum. bunun çok ilkel olduğunu düşünenler olacaktır, haklısınız, ben de tiksiniyorum bazen kendimden.

sonra küçük gözlerimle aynaya bir bakış fırlattım. aynaya baktım demiyorum. aynaya genelde bakmazdım. hayır aynalara filan küsmedim. sadece ne kendimin ne başkalarının benim nasıl göründüğümle ilgilendiğini sanmıyordum. ama işte aynaya sadece bir bakış fırlatmamla çığlık atmam bir oldu. şaka tabi. çığlık filan atmadım. çığlık atmam ben. hem hafif bir hareket olduğundan bana yakışmayacağını düşünüyorum hem de türümün çığlık atabilmek gibi bir özelliği yok. sonuçta bir pireyim. evet ben bir pireyim. kolayca anlayın diye bir çırpıda söyledim ama genelde kendimi şöyle takdim ederim:
-memnun oldum madam, bendeniz pulex irritans*
-ah memnun oldum bay irritans.
-pulex deyin lütfen.

aynada gördüğüm tam olarak şuydu: menkes'in kinky hair sendromuna yakalanmış gibi görünen bir adam. saçlarının, biri onu çalılıkların içinde saatlerce sürüklemiş gibi egzantrik bir görünümü vardı. sakallarıysa alnı ve üst göz kapakları hariç tüm yüzünü kaplamıştı. tırnakları.. evet bir insana dönüştüğüme göre tırnaklarım da olmalıydı muhakkak. onlara bakmaya korktum. tırnaklarımın da bazı çocuk kitaplarındaki korkunç cadıların kıvrıla kıvrıla metrelerce uzayan tırnakları gibi olduğuna nerdeyse emindim. dişlerimin streptokokus mutansların devasa koloniler oluşturduğu sarı plaklardan müteşekkil olduğunu dehşetle gördüm.

tamam, evet hiç gereği yokken bir anda insan olup çıkmıştım. şimdi her gün işe gidecek, gitmediğim günlerde de çekirdek yiyerek televizyon seyretmek zorunda kalacaktım. bazı zamanlarda insanlarla konuşacak, diğer bazı zamanlarda insanlar benimle konuşacaktı. her iki durumda da kimse kimseyi dinlemeyecek ve kimse kimsenin ne dediğini anlamayacaktı. evet, bütün bunları kaldırmam gerçekten yeterince zordu. bunlar yetmiyormuş gibi bir de dünyanın en çirkin insanına dönüşmüş olmam neyin nesi oluyordu? bu soruyu, banyoda aynanın karşısında durmuş bir şekilde sesli olarak bir kaç kere sordum. hatta sonuncusunda baya bağırdım ama cevap gelmedi. yıkılmıştım. bu halimle king kong'a yüz veren kız bile yüzüme bakmazdı. hiç şansım yoktu gerçekten.
iyi o zaman, insan oldum madem, gideyim ekmek, peynir filan yiyeyim, çay içeyim bari dedim. az önce banyoda sesli bir şekilde soru sorduğumdan beri, böyle kendi kendime sesli bir şekilde konuşuyordum ne hikmetse. musluğu kapattım. şaşkınlığımdan kurtulup, yüzümü yıkadığımdan beri suyun açık olduğunu algılayana kadar elli dakika filan geçmişti. çirkin, kendi kendine konuşan, müsrif bir insan olup çıkmıştım demek ki. oldukça erdemsiz bir insan olma yolunda emin adımlarla mutfağa doğru yürüdüm. mutfak dağınıklık konusunda yatak odasıyla yarışıyordu. kirli tabak, tencere, bardak, çatal, kaşıktan göz gözü görmüyordu. bu karmaşadan gözüm, vücudum, beynim, ve ruhum yoruldu. derin bir of çekip, kendimi mutfak sandalyesine attım. masada arasına kalem sıkıştırılmış bir kitap vardı. biraz karıştırdım. ortalarından bir yerden okumaya başladım. gregor samsa diye bir adamdan bahsediyordu. kitabı bir çırpıda bitirdim. zaten ortasından başlamıştım. talihsiz bir dönüşüm geçiren gregor'a üzülmekten kendi derdimi unuttum resmen. baktım kafka diye bir adam yazmış. başka kitaplarını da okuyayım ben bu adamın o zaman, iyi yazıyor kerata dedim. hala dışımdan ve yüksek sesle konuşuyordum bu arada. hemen internetten şato'yu sipariş verdim. talihsiz bir seçim yaptığımı çok sonra farkedecektim. kitabı okumaya sonlarına yakın bir yerden başlamama rağmen yine de bitiremedim. şimdilik bu kadar. belki ilerleyen zamanlarda yine görüşürüz. bir pire değil de insan olmanın tek avantajlı yanı çok yaşamak olabilir. yine de bu bir avantaj mı emin değilim.

saygılarımla,
alex irritans

*pulex irritans:insan piresi

7 yorum:

Adsız dedi ki...

...bir gömlek diktirdim kolu düğmeli
herkes kaderine boyun eğmeli...

ruby dedi ki...

efendim?
ne yazık ki ne demek istediğini anlamadım. gömleklerle ilgili görüşümü soruyorsan eski hayatımda bir pire olduğum için sanırım, nefret ettiğim bir şey varsa o da kolu düğmeli gömleklerdir. düğmeli bir gömlek kolu işimi hep zorlaştırırdı.
kaderle ilgili görüşümü sormuyorsundur zaten. kim eskiden pire olan birinin kaderle ilgili görüşlerini merak eder ki?

Adsız dedi ki...

Yine de şanslısınız, maazallah internetten tutunamayanlar’ı da sipariş edebilirdiniz. Üstelik artık bi insansınız, kitaplara başından başlamak zorundasınız.
Üzülmeyin dostum, insan olmak iyidir, mesela artık işe gitmediğiniz zamanlarda alışverişe falan gidebilirsiniz.

ruby dedi ki...

artık bir insan mıyım? şu an için evet. ama bir süre sonra sabah yataktan kalkıp aynaya baktığımda bir kerevize dönüştüğümü görmeyeceğimin garantisini kim verebilir ki? eski hayatında bir pire olan, gelecekteki hayatında da herhangi bir şey mesela depo köklü bir sebze olabilecek olan bir insan olduğuma göre kitapları yarısından başlayıp okumamı çok görmeyiniz lütfen.
ilk başlarda baya üzülmüştüm ama artık üzülmüyorum. 1969'dan bu yana çok zaman geçti sonuçta. 42 yıl bişeylere eskisi kadar üzülmemek için yeterli bir zamanmış. oysa bir pireyken böyle değildi. vakti zamanında bir şeye çok üzülmüşsem, üzerinden beş yüz yıl geçse de aklıma geldiğinde kendimi yine çok üzülürken bulurdum. insan olmanın ikinci avantajı da bu olabilir belki.
işe gitmediğim zamanlarda alışverişe gitmekten hoşlanmıyorum. ama sizinle leylek kafeye gitmekten hoşlanabilirim ;)

sevgiler..

Adsız dedi ki...

hıımm alışverişe gitmekten hoşlanmayan bir insan olduğunuza göre ilginç bir insana dönüşmüşsünüz demektir, bu durumda sizinle leylek kafeye gitmek eğlenceli olabilir üstelik her an dönüşüm geçirme olasılığınız hayatınızı çok heyecanlı kılıyor olsa gerek. insan her gün bi depo köklü sebzeye ya da pireye, ne biliyim bi penguene ya da bir balığa dönüşmüyor ne de olsa. ben de bir gün bi dönüşüm geçirecek olsaydım sanırım baykuş olmak isterdim, güzel, enteresan bi hayvan. o kadar çok konuştum ki her an yaşlı bir teyzeye dönüşüp insanlara yolculukları kabus edebilirim:)
sevgiler

ruby dedi ki...

:)
baykuşları ben de severim. tabi uzaktan. tünedikleri ağaç dallarında yıllardır aynı pozisyonda oturuyormuş ve kafalarından hiç kimsenin aklına gelmeyecek bin türlü ilginç şey geçiyormuş gibi bir halleri var. sanırım kendileri bile bunlara şaşırdığından gözleri hep öyle kocaman açılmış bir şekilde bakıyorlar. ayrıca bütün o bilge tavırlar yetmiyormuş gibi kafalarını da 360 derece döndürebiliyorlarmış. pes doğrusu! bu kadar olağanüstü özellik ancak bir baykuşta toplanabilirdi zaten.

Adsız dedi ki...

pişşt ramazanın yarısı oldu... iftar yapalım mı bir cami bahçesi bulup:)siz ikiniz burayı çabuk okuyun...

| Top ↑ |