13 Aralık 2011 Salı

selim bey

ayla ile 1972'de evlendik. büyük halamın eşinin bir akrabasıydı. huyu huyuna, suyu suyuna uygun, yaşları da müsait, selim'le ayla'yı tanıştıralım, ne dersin demiş halam anneme. o da: ben karışmam, babası bilir demiş. hep öyleydi anneciğim. önemli mevzularda, babanıza sorun ben karışmam derdi hep. sen bilirsin evladım ben karışmam derdi mesela. sanki karar ne olursa olsun kabulüydü. etliye sütlüye karışmadan, köşesinden izledi dünyayı, sessiz sedasız bir ömrü tüketti ve vakit tamam olunca da yine öyle sessizce göç edip gitti. nasıl yaşarsa öyle ölürmüş insan, hakikatli bir söz vesselam. mekanı cennet olsun. ne diyordum, efendim işte rahmetli babam, olur deyince tanıştırdılar aylayla bizi, birkaç kere görüştük. beğenmiştim ayla'yı. akıllıydı bir kere. bir şey anlatırken can kulağıyla dinliyordu beni, aklına yatmayan bir taraf olursa münasip bir dille soruyordu. iyi bir aile terbiyesi almıştı, belliydi. pek naif, pek kırılgandı yalnız. bir şey derim de kırılır, üzülür diye epeyce tedirgin olmuştum başlarda. sonra sonra alıştım, sevdim bile bu kırılganlığını. annesinin kanatlarının altından henüz çıkmamış, sert, soğuk rüzgarları hiç görmemiş, ürkek, küçük bir kuş gibiydi. işte olurdu, olmazdı, erkendi, geçti derken gönlünü yaptım bu ürkek kuşun. anne, babasının yuvasından uçtu geldi, kanatlarımın altına sokuldu. temmuzdu. havalar sıcaktı. ev geçindirmek zordu. memleketin gidişatı pek iyi değildi. ama şikayetçi değildik, bunalmıyorduk. kalbimizin içi serindi bir kere. zahmet olacaktı elbet, rahmet olsun diye. hem kim yaşamış ömrü boyunca gülistan içinde. cennet mi burası birader? ama cennetten bir köşe oluyor burada da istersen. boşuna sokaklarda dolaşıp durma avare avare. cenneti sokakta bulamazsın. demişler işte: dünyada huzurlu bir yuva cennetten bir köşedir. öyle biri demiş ki, o ne demişse doğrudur.
işte efendim, uzatmayayım, aylayla bizim küçük mütevazi yuvamız da öyle cennet köşelerinden bir köşeydi. bir insan işten eve dönüyor diye mutluysa ve sabah işe giderken de sanki memleketinden ayrılıp yabancı diyarlara gidiyormuş gibi kederliyse işte o insan evinde ailesiyle mutlu bir insandır. öyleydim. ayla da öyleydi. öyleydi de yanmakta olan bir mumun ışığı nasıl zamanla cılızlaşır, sönmeye yüz tutar, aylanın gülen gözlerinin ışığı da zamanla zayıfladı, zayıfladı, nihayetinde kendini bile aydınlatmayan iki kara çukur oldu gözleri. noldu ayla, neyin var diyordum. hiç, iyiyim ben, diyordu. canını sıkan bir şey mi var, diyordum. yok, ne olabilir ki, diyordu. tek başına sıkılıyorsan, anneni çağıralım istersen diyordum. hayır, gerek yok, diyordu. her şey yolundaydı, sorun yoktu, endişelenmeme gerek yoktu. böyle diyordu ayla. geçer diyordu. geçmedi.
oyalanacak bir şeyler arıyordu hissediyordum. kitaplar bir yere kadardı, gezmeler bir yere kadar. ev işlerini çabucak bitiriverirdi, el işlerini ise pek beceremezdi. koca bir gün kalıyor geriye, sıkılır insan haklıydı.
hiç dememişti, bizim de bir çocuğumuz olsaydı keşke, dedi bir gün. keşke, dedim. olsaydı ama olmadı işte. olur belki yine de dedim. sonra sustuk. ümit, ümitsizlik, tevekkül, hüzün gibi duyguların, içinde oradan oraya savrulduğu bir rüzgar esti bir an odada. sonra ben gazeteme döndüm. ayla mutfağa gitti. o günden sonra da bu konuyu ne o ne ben hiç açmadık.
açmadık da iyi mi oldu bilmiyorum. bir şeyler oldu ayla'ya. garip bir şeyler. önce içine kapandı iyice. evden dışarı çıkmıyordu hiç. bir gün bile dışarı çıkalım, sıkıldım demiyordu. aramaz sormaz oldu arkadaşlarını, eşini dostunu. onlar arayıp, çağırdığında da hep bir mazereti oluyordu: çok yorgundu, biraz üşütmüştü, hastaydı, çok işi vardı, başka bir zaman inşaallah'tı.
sonra daha garip şeyler oldu. baktım çalışma odası olan küçük oda bebek bezleriyle dolu. ayla bunlar ne, dedim. fırat'ın bezleri, dedi. fırat kim, dedim. bir arkadaşı vardı liseden, dilek. ayladan bir kaç yıl evvel evlenmiş, bir oğlu olmuştu, biliyordum. arada gelirdi bize. dilek'in oğlu mu, dedim. evet dilek, dedi. dilek unutmuş da, dedi. iyi peki dedim ama bu kadar çok bebek bezini niye yanında taşıdığına da bir anlam veremedim dileğin.
anlamı da yokmuş zaten, çıktı sonra ortaya. önce küçük oda bebek bezlerinden başka, oyuncaklar, erkek bebek kıyafetleri, plastik toplarla doldu. ayla'ya sorsan her Allahın günü dilek geliyor, unutup gidiyordu bunları. gelince versene, diyordum. unutmuşum, diyordu. böyle değildi işin aslı anlamıştım. dilek'in kocasını gördüm bir gün iş dönüşü yolda. nasılsın, iyi misin, görüşemedik ne zamandır, fırat ne yapıyor derken, fırat kim dedi. sizin ufaklık işte dedim. adı ömer dedi. hay allah dedim, aklımda fırat kalmış, nerden kaldıysa, görüşmeye görüşmeye unuttuk tabi, oturmaya gelin bir akşam deyip, koşa koşa eve gittim.
yemek yapıyordu ayla. nefes nefese daldım mutfağa. arkasını döndü, korktu beni öyle görünce. sandalyeye oturdum. yüzüne baktım. elini önlüğüne sildi. geldi yanıma, elimi tuttu. noldu dedi. fırat kim ayla, dedim. tutamadım kendimi ağlamaya başladım. yere çömeldi. yüzünü kapattı elleriyle. hıçkırarak ağlamaya başladı ayla da.
sonrası hastaneler, doktorlar, hemşireler, tetkikler, teşhisler, ilaç tedavileri, yatak istirahatleri, hava değişimleri..
şizofreni dediler.
ayla yüz kişiden biriydi. şizofreni yüzde bir sıklıkta görülür. kadın ve erkeklerde eşit sıklıktadır. hastanın gerçeği değerlendirme yetisi bozulmuştur. ayla gerçeği doğru değerlendiremiyordu. fırat yoktu. ayla var sanıyordu.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

keşke gerçek olsaymış.

Adsız dedi ki...

deneme 1 bakalım yorum yayınlanacak mı

esen dedi ki...

güzel hikaye

| Top ↑ |