15 Eylül 2008 Pazartesi

bilimselleşmektense bilinmemeyi tercih etmek

Psikiyatrist olmak isterken özellikle başörtüsü konusunda ne çemberin içinde ne de dışında olamamışlar hakkında bir şeyler yazmak, araştırma yapmak istiyordum. Akademisyenler “kendi evrensel değerlendirmelerine” göre, daha hafif bir teşhis olan uyum bozukluğunu uygun göreceklerdir; başörtüsü mağduriyetinin, travma sonrası stres bozukluğu tanı kriterlerinden “kişinin ruhsal bütünlüğüne bir tehdit” olmadığını savunacaklardır ama bana en doğru gelen teşhis travma sonrası stres bozukluğuydu.

Kemal Sayar travma sonrası stres bozukluğu için şöyle diyor; “Mesleki dönüştürmenin son örneklerinden biri, Amerikan psikiyatrisinin travma sonrası stres bozukluğu fikri. Bu teşhis genellikle işkence ve strese uğramış politik travma kurbanlarına uygulanıyor ve böyle ızdırap ahlaki anlamından soyutlanarak tıbbi bir anlam kazanıyor. Politik şiddetin fizyolojik sonuçları anonim bir tıbbi imaya dönüşüyor. Böylece, bu sonuçların ahlaki önemi zayıflatılıyor ya da tümden inkar ediliyor”

Baş örtüsü mağduriyetinin psikiyatrik sonuçları üzerine araştırma yaparsam, sanırım ben de ızdırabı tıbbileştirmiş olacağım. Ne çemberin içinde ne de dışında kalmak ızdırap değil, bir hastalık olacak. Böylece vazgeçtim.

Başörtülü kızların mağduriyeti konusunda bir dolu şey yazıldı, çizildi. Ama hepsi de “hayır, yaşanılan şeyler tam olarak böyle değildi” hissi verdi bana. Söylenemeyen, yazıya dönüştürülemeyen bir şeyler vardı, ve asıl sahici kısmı bunlardı sanki; yada kelimelere dönüştüğünde bu sahici şeyler yitiyordu. Sessizliği daha güzeldi, bir biçime sokulmamış hali. En güzel aşk hiç söylenmemiş aşktır deyişi gibi şairin, ızdırabın da en güzeli dile gel(e)meyeniydi. Sanırım baş örtüsü konusunda yazılanlar beni bu yüzden rahatsız ediyor. Özel bir şeyin edebileştirilmesini ya da sosyalleştirilmesi istemiyorum. Bilimselleşmektense, bilinmemeyi tercih ederim.

3 yorum:

rdy dedi ki...

cok haklısın mq..Bu konuda sessiz kalmaktan rahatsız olduğum zamanlar olmuştu ama ne söylersem söyleyim "anlaşılamamamışlık"ı değiştirmemin de mümkün olacağını düşünmedim hiç..gerçekten çok konuşuldu ama hiçbişey değişmedi, daha bi önyargılı yaklaşır oldu insanlar, genel bir kalıbın altına soktular, görmek istedikleri gibi görüyolar, "Gerçeklere" gözlerini ve kulaklarını kapamış durumdalar..Ama senin de dediğin gibi sessizlik en güzeliydi :)

Bu arada sizlere cok geçmiş olsun.İnş hayırlısıyla istediğin gibi bi yer olur..darısı bizim basımıza inş :(

mq dedi ki...

lisedeyken kimsenin beni anlayamayacağını düşünüyor, mesela bişeyler sorduklarında rahatsız oluyordum. gerçi rahatsız olunmayacak gibi de degildi. cesare pavese bir insanı küçük düşürmenin en korkunç yolu onun acı çektiğine inanmamaktır diyor. oysa insanlar öylesine rahat soruyorlardı ki sorduklarında, dün akşam yemekte ne yedin der kadar rahat mesela. sınavdan düşük not almayı bile daha acı bir şey olarak görüyorlardı. zamanla buna da alıştım ve müthiş bir anlaşılma çabası içine girdim üniversitede. anlattım, anlattım, anlattım... ama anlatmak da rahatlatmadı anlaşılmak olmayınca...

Anlattığın zaman seni en iyi anlayacak olana anlatmayı, sadece O'na dert yanmayı idrak edebilsek ve buna güç yetirebilsek; sessizliğimizin en güzeli olacak.

Adsız dedi ki...

sessiz kalıncada kabullenmiş olmadıkmı. gerçi ses çıkıncada sadece bir siyasi görüşü olan koyunlar olarak görülmedikmi. düzelmesi için herkesin birbirine saygılı olması şart. bir tek bu konuda değil. millet olarak ciddi çok tuafız. hep birbirimizi merak ederiz. mutlaka herşeye burnumuzu sokarız. (bkz komşuluk, akraba)illaki hep biz doğruyuzdur. daha çoooook ekmek lazım yani bize...

| Top ↑ |