varmış.. kendisiyle bizzat müşerref olmasaydım 'var, var, ben gördüm' diyenlere 'hadi canım sen de' bakışlarımla bakar, 'yok artık daha neler' , 'bir yaşıma daha girdim' gibi hayret içerikli muhtelif cümlelerden birini filan söylerdim herhalde. ama varmış işte..
ancyclostoma duodenale cinsi solucanlara vücutlarının ön kısmı çengel şeklinde oldugu için bu isim verilmiştir.10 mm boyundadırlar. barsakta kan emerler,tek konakları insandır. yumurtaları dışkıyla atıldıktan sonra uygun nem, sıcaklık ve ışık şartlarında kurtcuk oluştururlar. bu kurtcuklar 2-18 ay yaşayabilirler ve çevreye yayılırlar, insan derisini delerek vücuda girerler.
bu yazıyı şu anda okuyan 564 bin 455 insandan 564bin 412 si kendisiyle müşerref oldugum zat-ı muhteremin küçük, sevimli bir ancyclostoma duodenale oldugunu düşündü ve ne yazık ki toplu bir yanılma yaşandı. böyle düşünmeyen kırk üç kişiyi tebrik etmemi filan beklemeyin. bahse girerim 38 tanesi yazıyı okurken çekirdek yiyiyor ve yazıya konsantre olamadıgı için herhangi bir şey düşünecek durumda değildir. geri kalan beş kişiden biri benim. benim de şuuru açık, oryante, koopere, aklı başında bi insan oldugum tezinden yola çıkarsak, bizzat kendimin yazmış oldugu bir yazıda neden bahsettiğimi bilmemden daha dogal ne olabilir. (kekik suyu.. evet kekik suyu kesin daha dogal bir şeydir). evet geriye 4 kişi kalıyor ki bunlardan ikisi bu yazıyı okumaları muhtemel olan ve o gün orada benimle birlikte onu tanıma şerefine erişmiş arkadaşlarım. onlar da benim gibi henüz 'o'nun etkisinden kurtulamamış ve yazıyı daha görür görmez 'kesin onu anlatacak,kesin ' gibi şeyler düşünmüşler, ve ancylostoma duodenale cinsi solucanlar paragrafı onları kesinlikle aldatamamıştır. geriye iki kişi kalıyor. bu ikisinin de şu anda amerikanın honolulu eyaletinde aynı evde ikamet eden ve benim yazılarımın çok sıkı takipçisi olan, her gün muhtelif zamanlarda siteye girip, acaba yazmış mıyım, ne yazmışım, ne demek istemişim, kime ne göndermeler yapmış, yine hangi derin felsefik yaklaşımlarda bulunmuşum filan diye heyecanla bakan, dolayısıyla tarzımı anlamış, nerde ne diyecegimi nerdeyse benden bile iyi bilir hale gelmiş iki antropoloji ögrencisi oldugunu düşünüyorum. honoluluda hiç bulunmadıgım, antropolojiyle en ufak bir ilgim olmadıgı halde bu ikisinin ne diye benim yazılarıma bu kadar ragbet gösterip, adeta fan'larım haline gelmelerini anlayabilmiş değilim.her şeyi de anlayabilmiş olmamı beklemiyorum zaten.
evet ne diyordum.. solucanlar diyordum. solucanları severim. özellikle de kırmızı, yeşil ve turuncu renkli olup yenilebilenleri.. uuuu! çok mu korkunç? hiç de değil, sadece biraz yapışkan. yedi dk'dan uzun süre elinde tutmamalısın yani. yenilemeyen solucanlara, yani işte şu bildiğimiz topraktan çıkan, herhalde yumuşakçalar sınıfına filan dahil olan ve genellikle kahverengi ve yumuşak olan solucanlara ise özel bir ilgim ve sevgim yok. ama nefret ettiğim bir şey varsa o da solucanlardır diyemem. nefret ettiğim bir şey varsa o da marul yıkamaktır çünkü.
bu yazıyı hemen burda kesmek zorundayım. had safhadaki fikir uçuşmalarına, gereksiz uzunluktaki cümlelere, bir türlü konuya giremeyip çok sayıda ilgisiz yan konuya saptıgıma bakılırsa ve vasat bir giriş ve felaket bir gelişme bölümü oldugu da göz önünde bulundurulursa, lisede bu yazıyı kompozisyon dersinde yazsaydım en fazla üç alacagımı düşünüyorum. o da 'ben'oldugum için. yani bilirsiniz işte, çalışkanlar berbat bir kompozisyon yazsalar da kimse kalkıp onlara 1 filan vermez. herhalde morali bozuktu, konuyu pek anlayamadı, adapte olamadı konuya filan gibi şeyler düşünürler. oysa aynı berbat yazıyı sınıfın tembellerinden biri yazsa 1 aldıgı yetmiyormuş gibi bir de bütün sınıfın önünde 'bu ne biçim yazı böyle, nerde ana fikir, nerde giriş-gelişme-sonuç' şeklinde çok rencide edici nutuklara maruz kalırlar. yani tembelseniz ve bir de berbat kompozisyon yazıyorsanız hayat bir harika filan değildir sizin anlayacagınız.
bu yazı amacından geri dönüşümsüz bir şekilde uzaklaşmış olup, faillerini derhal kanun namına teslim olmaya davet ediyorum. üç vakte kadar size gecen hafta sonu sultanahmette bir şekilde tanımak zorunda kaldıgım ve başta kendisinden biraz ürküp sonraysa 'oh iyi ki tanıdık, çok eglendim yahu' şeklinde şeyler düşündüğüm amcadan bahsedecegim ama şimdi olmaz. bu yazının lisede kompozisyon derslerinde ögretmen konuyu söyler söylemez yazmaya başlayan ve çılgınca, durmaksızın, zil çalıncaya kadar yazıp, biz bir sayfayı bitirmekte zorlanırken, kendisi beş arkalı önlü kagıt veren o kızın kompozisyonlarına dönmesini istemiyorum. ama artık çok geç sanki..
(düşündüm de quentin, bu yazıyı ders notu şeklinde okulda verselerdi, kesin çok uzun oldugu için benim içimden hiç okumak gelmez, ta sınavdan önceki son geceye kadar bu notu okumamakta ısrar eder, ve ancak- o da belki- sabaha karşı yarısını filan okuyup sınava girerdim kesin. böyle yaptıgım için de eger bu notun ilk yarısından soru sorduysa hoca, o konuda ihtisas filan yapmışım gibi en ince ayrıntısına kadar soruyu cevaplar, hocanın gözüne iyice girip başka soruya gerek kalmadan sınavdan gecmiş olurdum. ama ikinci yarısından yani benim bir kez bile okumadıgım yarıdan soru gelirse, işte o zaman olacak olanlar tam bir felaket olurdu..
*dünyanın bütün mikroskobik boyutlarda yazılmış, sayfalar sürüp, oku oku bitmek bilmeyen, içinde hiç resim, şekil, fotograf, karikatür,boş slayt kutucugu, özlü söz kutucugu filan olmayan notlarının toplu bir şekilde yakılıp, küllerinin ganj nehrine savrulmasını istirham ediyorum:)
dear diary etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dear diary etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
24 Eylül 2008 Çarşamba
24 Ağustos 2008 Pazar
sevgili ruby,
__THISRES__56242.jpg)
şimdi ne isterdim biliyor musun. mesela salıncakta sallanmak. mesela sabah olsa kahvaltı hazırlasak, güzel bir kahvaltı, patates kızartması, kekikli zeytin, domates, sıcak sıcak simit, tomurcuklu çay felan. balkona minder koyup yer sofrası kursak. ama sabah çok erken, daha yollarda arabalar insanlar yokken, herkesler uyurlarken. sonra mesela sonbahar olsa, yağmur yağsa, durakta otobüs beklesek. mesela kitapçıları gezsek, ama izmitte hiç kitapçı yok, olsun izmitte bir dolu kitapçı olsa mesela. mesela aldığımız kitapları okusak karşılıklı kanepelerimizde. ben yine okurken kendi kendime gülsem. mesela sevdiklerimiz listesi yapsak, sevmediklerimiz listesi yapsak, her şeyin listelerini yapsak. mesela roman denemesine girişler yazsak. mesela kar yağsa, pencerenin önünde mum yakıp dışarıyı seyretsek gece vakti. mesela kar yağsa mimar sinan parkında yürüsek. mesela eti cin yesek. sen yarısını yesen, kalan yarısını sonra yemek için çantana koysan. mesela ramazan olsa, iftara istanbula gelsek, her yer dolu olsa, cami bahçesinde açsak iftarımızı. mesela fevziye hiç gitmese hep yanımızda olsa, akşamları eve dönmese mesela fevziye, bizde kalsa. mesela demlediğimiz çaylar bitivermese. mesela oy birliğiyle cinslerin kilo aldırmaması kararı alsak.
şimdi ne isterdim biliyor musun. sen buralarda olsan mesela. ya da ben oralarda olsam.
14 Temmuz 2008 Pazartesi
hayat [iktibas]
"Hayat yaşanması gereken bir şeydir. Onun çözümü yoktur."
kemal sayar / hüzün hastalığı
"Tüm bu olanlara katlamamın bir sebebi var. Bu sebep sadece bir tane, ama yeterli: Katlanmak zorundayım."
aliya izzetbegoviç / özgürlüğe kaçışım
kemal sayar / hüzün hastalığı
"Tüm bu olanlara katlamamın bir sebebi var. Bu sebep sadece bir tane, ama yeterli: Katlanmak zorundayım."
aliya izzetbegoviç / özgürlüğe kaçışım
22 Temmuz 2007 Pazar
2 Temmuz 2007 Pazartesi
ruby yok okulda
ruby'siz okul daha berbat, ben daha ağlak.
ruby'siz okul daha berbat, ben daha ağlak.
Etiketler:
dear diary,
mq yazıları,
okul mokul
1 Nisan 2007 Pazar
sıkıntıya manasız ve zaman israfı bir bilimsel yaklaşım
hipotez - 1 : Canın sıkıldığında sebebini biliyorsan ve bunun için bişey yapamayacaksan yada yapmak da istemiyorsan, yani sonuçta hiç bir şey değişmeyecekse bu kötüdür. Çünkü sebepsiz gelen bir sıkıntı yine geldiği gibi sebepsizce gidebilir. Ama sebebini bildiğin sıkıntı, sen onu çözene kadar orda duracaktır, bunu bilirsin, bişey yapamazsın ve bütün bu hiç bir şey yapamayacağın sürede işte, o, yani sıkıntın, durduğu yerde duracaktır, içinde. (m.q.) bu yüzden sebebini bildiğin sıkıntılar bilmediklerinden daha kötüdür.
hipotez - 2 : sebepsiz sıkıntılar daha kötüdür. Sıkıntının belli bir sebebi varsa ama çözemeyeceksen, bunu kabullenebilirsin. Bazen biraz zor olabilir ama zamanla mümkün. (a.) Bilinmezlikle karşı karşıya kaldığındaysa daha çok kaybolmuş hissedersin kendini. Sebebini bilmediğinde yapabileceğin hiç bir şey yok yoktur ondan kurtulmak için, çaresizsindir. Sıkıntına kaybolmuşluk ve çaresizlik hisleri de eklenir. (yine m.q.) İşte bu yüzden sebebini bilmediğin sıkıntılar bildiklerinden daha kötüdür.
hipotez - 3 : (karma hipotez) sıkıntının sebebine ve kişiye göre değişir. (m.q.)
hipotez - 2 : sebepsiz sıkıntılar daha kötüdür. Sıkıntının belli bir sebebi varsa ama çözemeyeceksen, bunu kabullenebilirsin. Bazen biraz zor olabilir ama zamanla mümkün. (a.) Bilinmezlikle karşı karşıya kaldığındaysa daha çok kaybolmuş hissedersin kendini. Sebebini bilmediğinde yapabileceğin hiç bir şey yok yoktur ondan kurtulmak için, çaresizsindir. Sıkıntına kaybolmuşluk ve çaresizlik hisleri de eklenir. (yine m.q.) İşte bu yüzden sebebini bilmediğin sıkıntılar bildiklerinden daha kötüdür.
hipotez - 3 : (karma hipotez) sıkıntının sebebine ve kişiye göre değişir. (m.q.)
28 Ağustos 2006 Pazartesi
mutsuzluk
bu pazartesi okul açılıyor.
çok mutsuzuz.
çok mutsuzuz.
Etiketler:
dear diary,
izmit,
mq yazıları,
okul mokul
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
| Top ↑ |